Özel Beyaz Bireysel Gelişim ve Aile Danışma Merkezi - 0212 231 6112 / 0532 201 4180

 

 

      Elisabeth Kübler-Ross: “Gerçek şu ki, bir kayıp yaşadığınızda her zaman yas tutacaksınız. Sevdiğiniz bir kişinin ölümünün üstesinden gelemeyeceksiniz, bunu atlatamayacaksınız; yalnızca bu gerçekle yaşamayı öğreneceksiniz. İyileşeceksiniz ve size acı veren bu kaybın etrafında kendinizi yeniden oluşturacaksınız. Tekrar bir bütün olacaksınız, ancak hiç bir zaman aynı olmayacaksınız. Ne aynı olmak zorundasınız ne de aynı olmayı istersiniz.” diyor.

     Bir ömrümüz var. Doğduğumuz bir gün ve öldüğümüz bir gün. Bu herkes için geçerli. Varoluşumuz, çok küçük yaşlardan itibaren kafamızı kurcalayan temel sorulardan biri oluyor:
“Ben nasıl dünyaya geldim?”, okulöncesi dönemde
“Neden dünyaya geldim?”, ergenlik döneminde
“Madem dünyaya geldim…..”, ergenlik sonrası dönemde, varoluşumuzu anlamlandırmakla ilgili aklımızdan geçen sorular, düşünceler. 

     Aynı dönemlerde, bu düşüncelere paralel olarak “Ölmek ne demek? Ölünce ne oluyor? Ölsem ne olur? Sevdiklerimi kaybedersem ne olur?” soruları da sürekli olarak akla gelir ve sorulur. Bu sorular, başlarda yakınımızdaki yetişkinler, daha sonra kendimiz bu soruları aklımız erdiğince, hayatı algılamamız doğrultusunda yanıtlamaya çalışılır. Ancak, bir bilinmezlikle karşı karşıya olduğumuz için hiç bir yanıt tam anlamıyla tatmin edici değildir.
 

Ölüm Algısı

     Bugünden çok da uzak olmayan bir zamanda, belki 1800’lerde bile, insanların çoğu uzun vadeli planlar yapamıyor, günü gününe yaşıyordu. O gün için yemek olup olmaması, doğan çocuğun yaşayıp yaşamayacağı, bir doğal afetin ya da salgının gerçekleşip gerçekleşmeyeceği, kurulan düzenin devam edip etmeyeceği, insanların en temel kaygıları arasında yer alıyordu. İnsanoğlu her ne kadar doğa üzerinde belli bir kontrole sahip olmaya başlamışsa da bu control oldukça sınırlıydı. Bu bağlamda, ölüm ve ölen bir kişi için yapılması gerekenler hem çok doğal, “doğadan gelen” olarak kabul ediliyor, hem de ölümle ilgili olarak yapılması gereken her şeyi aileler üstleniyordu.
     Zaman içinde, özellikle de 19.yy sonlarında gerçekleşmeye başlayan endüstrileşme, insanoğluna doğa üzerinde çok ciddi bir kontrole sahip olduğu inancını getirmeye başladı. İnsan artık doğaya çok az bağımlılığı olduğunu düşünüyordu. Bu da, bilinmeyene karşı ortaya çıkan korkunun da oldukça azalmasına yol açtı. Aynı zamanda ölüm süreci aileden çok devletin işi olmaya başladı; ölümle ilgili işlemler resmiyet kazandı. Yakınları ve ölüler arasına devlet girdi.
     Daha sonrasında, yaşam koşullarının iyileşmesi, tıbbın ilerlemesi, ölümle aile arasına devletten sonra tıbbı da soktu. Artık ölüm kaçınılmaz bir konu olarak algılanmamaya başlandı. Tıp, araştırmak, önlemek, tedavi etmek, yaşatmak için elinden geleni yaptıkça, insanların daha uzun yaşamakla, sağlıklı olmakla, genç kalmakla ilgili beklentileri artmaya başladı. Bu bağlamda çocukların hastanede olması da tıp alanından beklenenlerle çelişmeye başladı. Eski zamanlarda belki çoktan ölmüş olacak çocuklar için yetişkinler için olduğu kadar çocuklar içinde mucizeler beklenir oldu. Gerçek bir ölü gören insanların sayıları giderek azalıyor. Sanki insanoğlu doğaya topluca bir başkaldırış içinde.
     Dünyanın bir çok yerinde çocuklara önceleri ekonomi açısından bir değer olarak bakılırken eğitim ve gelir düzeyi arttıkça çocuklara yapılan duygusal ve maddi yatırım giderek artıyor. Bu da çocuk hastalıkları ve ölümleriyle yüzleşmeyi giderek daha zor bir hale getiriyor. Örneğin Amerika’da, 100 sene önce 15 yaş altı çocuklar nüfusun %34 ünü ve ölümlerin %53’ünü oluştururken, günümüzde çocuklar nüfusun 29’unu ve ölümlerin de %5.5’uğunu oluşturmaktalar.


Çocuk ve Ölüm Kavramı

     Bu konuyu iki açıdan ele almak gerekir. Genel olarak çocuklar ölümle ilgili ne düşünüyorlar ve ölümcül hastalığı olan çocuklar ölümü nasıl algılıyor?

Çocuklar Ölümü Nasıl Algılar?

    Çocuk ve ölüm kavramını birarada düşünmek tedirgin edici bir düşünce. Çocukların ölüm gibi soyut bir kavramı çözümleme becerilerini, zihinsel kapasitelerini, kavrama yeteneklerini küçümsemek de daha çok yetişkinlere özgü bir durum. Yetişkinlere ait yanlış inanışlardan bir tanesi çocukların ölüm hakkında bir fikrinin olmadığı, diğeri ise çocukların ölüm gibi katı bir gerçekle başetmek için fazla narin olduklarıdır.

 Çocukların ölümü kavraması üç aşamada oluşur:

• 5 yaşından küçükler: Bu yaştaki çocuklarda canlı ve cansız kavramı henüz tam oturmamıştır. Aynı zamanda bir şeyin geri dönülmez olabileceği fikri de anlaşılmazdır. Bu nedenle de ölümü bir uzun seyahat, uyku ya da geçici bir durum olarak algılarlar. Bir çoğu, ölülerin nefes alabildiğine, düşünebildiğine inanırlar. Ölüm nedenleri de kesinlikle dışardadır, örneğin kaza ya da şiddet gibi. 
5-9 yaş arası: Bu yaşlardaki çocuklar, ölümün geriye dönüşü olmayan bir durum olduğunu kavrarlar. Bu yaştaki bir çocuk için ölümün nedenleri önemli ve anlamlı olmaya başlar. Ancak, henüz tam olarak soyut düşünmeye geçmedikleri için, ölümün nedeni genellikle somuttur: “Kara adam” “Ölüm meleği” gibi. 
9 yaş üstü: Bu yaşlardan itibaren, çocuklar ölümün tesadüfi bir durum olmadığını, kişinin kendisinden kaynaklanan nedenlerden ötürü ortaya çıkabileceği gibi dış nedenlerle de ortaya çıkabileceğini bilirler.

     Çocukların kronolojik yaşı ile gelişim yaşlarının aynı olmadığını biliyoruz. Sonuç olarak ölümle ilgili düşünürken gözönünde bulundurulan üç temel kavram vardır. Bunlar: 

Evrensellik: Her canlı mutlaka ölür.
Geri dönüşünün olmaması: Ölen bir beden tekrar canlanmaz
İşlev kaybı: Ölümle birlikte yaşam için gerekli tüm işlevler de yok olur.

     Ölümle ilgili korkulara her yaşta rastlanır. Dolayısıyla, çocuklar da ölümden korkar. Yapılan araştırmalar çocukların ölümle ilgili düşünce ve tutumları hakkında şu bulguları ortaya koymuştur:

• Ölüm korkusu ya da ölüm karşısında duyulan kaygı ile diğer kaygılar benzerlik göstermektedir ve ölüm çocukların kaygı duydukları ilk 10 konu arasında yer almaktadır. Yalnız bırakılmak, öldürülmek, hastalık, yaşlanmak gibi kişiye ait nedenlerle ölmek, sevdiklerini kaybetmek, ölümden sonra neler olacağı çocukların zihnini meşgul eder. 
• Çocukların gelişim düzeyi ile ölüm korkusunun içeriği ve miktarı değişir. Ölüm korkusu yaşla birlikte artar. Bunda çocukların ölümü ne kadar soyut bir şekilde kavradıklarının da büyük etkisi vardır. 
• Kız çocukları her yaşta ölümden daha çok korkarlar ya da bu korkularını daha net bir şekilde dile getirirler. Erkek çocukların güce dayalı oyunlarının, kahraman olma isteklerinin, daha saldırgan davranışlarının altında ölüm korkusundan kaçma ya da bu korkuyu örtbas etme isteği olduğu düşünülür. 
• Çocukların içindeki yaşadıkları toplumun, kültürün de ölüme nasıl baktığı, ölüleri için neler yaptığı da çocukların ölüme yaklaşımını etkiler. 
• Günümüzde çocuklar, giderek gerçek bir ölüyü daha az görürken, ölümlere giderek daha fazla şahit olmaktadırlar. Ölümler, filmlerde yüceltilirken çizgi filmlerde önemsizleştirilmektedir, ancak ikisi de gerçeklikten uzaktır. Bunun dışında, dünya üzerindeki savaşlar, cinayetler, gençlerin uyguladığı şiddet, okul baskınları, bilgisayar oyunları, çocukların hayatına çok daha fazla girmiştir.

Ölüm nasıl konuşulmalı?

    Anne-babalar, genellikle ölüm hakkında konuşmaktan ya da çocukların bu konu ile ilgili sorularını cevaplamatan kaçınırlar. Öte yandan çocuklar çok küçük yaşlarından itibaren bu konuyu merak ederler; çevreyi gözlemlerler, bilgi toplarlar, yorum yaparlar. Çocukların varoluşsal soruları bizler için son derece tanıdıktır. “Ben nereden geldim? Nasıl geldim? Doğmadan önce neredeydim? gibi. Çocuklar, ölümden sonra bedene ne olacağını da merak ederler. “Bedenin yokolması ne kadar surer? Önce neresi yokolur? En son neresi yokolur? “gibi. Çocuklar bir süre sonra ölümün kendilerinin de başına gelebileceğini farkederler. “Ben de mi öleceğim?” Anne-babaların çocuklara ölümle ilgili açıklamaları, çocuk hazır olmadan önce yapmaları kadar çocukların sorularını geçiştirmeleri de çocukların bu konudaki kaygılarını arttırır.
     Aileye yakın ya da aileden birinin kaybı, ailede mutlaka konuşulmalıdır. Çocukların anne-babalarının nasıl yas tuttuklarını, ölünün ardından yapılan cenaze törenini, eve gelen gidenleri, tüm ritüelleri görmeleri önemlidir. Bir ölüm haberinin çocuktan saklanması, çocukların güvenini sarsar, onlara, anne-babalarının bu konuda yeterli olmadıklarını düşündürür.

Ölümcül Hastalığı Olan Çocuk

     Ölümcül bir hastalık ya da başka bir neden, kimi zaman da gelir, bir çocuğu bulur. Bu durumda akla ilk gelen sorulardan biri, çocuğun bu ölümcül hastalığı hakkında ne kadar bilgiye sahip olması gerektiğidir. Aslında tüm çocuklar, tümüyle sezgisel bir şekilde, hastalıklarının nasıl ortaya çıktığını bilirler. Hatta bir çoğu, daha sonraki zamanlarda hastalıklarının adını, ilaçlarını, ilaçların yan etkilerini, tedavi için yapılması gerekenleri bile bilirler. Araştırmalar, bu tür son derece somut bilgilerin çocuğun kaygı düzeyini azalttığını göstermektedir. Bu bilgi çocuğun olan bitene bir anlam vermesini, bunlar hakkında düşünmesini ve dolayısıyla konuşabilmesini sağlar. Özellikle bir hastanede bir kaç çocukla birlikte aynı odanın içindelerse, genellikle birbirleriyle hastalıkları hakkında konuşurlar; bir çok sırlarını birbirleriyle paylaşırlar. Herkes gibi çocukların da güvenebilecekleri birine ihityaçları vardır ve bu konu ile ilgili olarak hiç akla gelmeyecek birini de seçebilirler.
     Küçük yaştaki çocuklar, ölümle ilgili tam bir neden-sonuç ilişkisi kuramadıkları için hastalık-hastanede yatma, hastalık ve can yakan tedaviler arasında tam bir bağlantı kuramayabilirler. Bu nedenle de başlarına geleni doktorun, anne-babanın kendilerine verdikleri bir ceza olarak algılayabilirler.
     Tüm yaştaki çocuklar, aileden ve arkadaşlarından ayrıldıkları ve yabancı bir ortamın içinde bulundukları için yüksek düzeyde kaygı yaşarlar. Yaş büyüdükçe ölüm sonucunda olabilecek şeyler hakkında daha kapsamlı düşünübilirler. Varolmamak, aileyi ve arkadaşları kaybetmek, gibi. Bu nedenle de gençler, kendi hastalıkları ve gelecekleri konusunda daha keskin, daha öfkeli, daha depresif olabilirler.
     Çocuklar için çektikleri acılar, uykusuz kaldıkları geceler son derece gerçektir, bu nedenle onlara bir şey yokmuş gibi davranmak çok da anlamlı değildir. Bu nedenle anne-babaların da çocukla üzüntülerini paylaşmaları çok daha destekleyici bir davranıştır. Öte yandan, çocuğun çevresindeki yetişkinlerin tüm hayatlarını o çocuğa adamaları ve kendilerine iyi gelebilecek hiç bir şey yapmamaları da çocukları suçlu hissettirir, kaygılarını yükseltir. Çocuk hala yaşıyorken evin bir cenaze evine dönmesi hiç rahatlatıcı değildir. Bunun tam aksine, çocukların aşırı derecede şımartılması, her istediklerinin yapılması da çocukların kaygılarını çok arttırır. Çocukların kendilik algıları bozulmaya başlar:” Daha önce niye bütün bunları haketmiyordum da şimdi bir anda haketmeye başladım?” diye sormaya başlarlar. Çocukların asıl gereksinim duydukları şey gerçek sevgiyi ve aile sıcaklığını hissetmek ve rahatça iletişim kurabilmektir.
     Çocukların kardeşlerinin de bilgilendirilmesi ve onların da bu sürece dahil edilmeleri önemlidir. Kardeş kaybı, en ciddi travmalardan biri olduğuna göre, çocukların böyle bir zamanda “Ben de onun için elimden geleni yaptım” diyebilmeleri önemlidir. Aksi halde, ailenin sürekli şımarttığı ve kendisinden ayrı tuttuğu bir kardeş fikri öfke ve hayal kırıklığı yaratır.
     Uzun süreli, kronik rahatsızlığı olan çocukların başetmesi gereken çok önemli sorunlardan biri de, aynı anda iki dünyayı birden yönetebilmektir.Tıp dünyası, tehditler, acı ve sıkıntı veren tedaviler ile doludur. Öte yandan, hastane dışındaki dünya, ev, okul, toplumdan oluşur ve çocuğun hastane dışında olduğu zamanlarda buranın kurallarına uygun davranması beklenir. Çocuğun, hastalığın seyrinin belirsizliğine rağmen, stres ve acı için başa çıkma mekanizmları geliştirmesi, olumlu bir kendilik algısı oluşturması ve çevresindeki herkesle olumlu ilişkiler kurması gerekir, ya da en azından bu beklenir.

Ölmekte Olan Bir Çocukla Karşı Karşıya Olmak

     Sogyal Rinpoche, tüm dünyada çok etki yaratmış olan “Yaşamak ve Ölmek Hakkında Tibet Kitabı” adlı kitabında, ölmekte olan bir kişinin yanında, insanın en doğal, en gevşemiş halinde olması gerektiğinden bahsediyor. Bu iletişimin içinde korku ve –meli/-malı’lar iletişimi sadece bozuyor, “pozitif düşünmelisin” gibi. Ölmekte olan kişinin tüm duygu ve düşüncelerini en içten şekilde ifade etmesine olanak sağlamak çok önemli. Burada en önemli iki nokta sağduyulu davranmak ve mizah kullanmak. Hasta, zaman zaman öfke gösterse bile, bu öfkeyi kişisel almamak gerekiyor. Bir takım spritüel formüller de işe yaramıyor, çünkü kimse kimsenin inanışlarıyla kurtarılmak istemiyor. Bu nedenle de hastanın yanındaki kişi olarak kimsenin kendisinden fazla bir beklentisinin olmaması en iyisi. Ölmekte olan bir kişinin en çok ihtiyacı olan şey koşulsuz sevgi.

     Rinpoche’un ölmekte olan bir hastanın yanındaki kişilere önerdiği iki şey var:


• Önünüzde yatmakta olan kişiye bakın ve o kişinin sizinle aynı olduğunu düşünün. Sizinle gereksinimleri, mutlu olma ve acıdan kaçma isteği, aynı yalnızlık, bilinmeyene karşı aynı korku, üzüntü veren konular, pek de dile getirilmemeiş çaresizlik duyguları. Bunun gerçekten yapılabildiği noktada, o kişiyle aranızda bir yakınlık ve sevgi ilişkisi anında oluşacaktır.
• Diğer yol da kendinizi tümüyle ölmekte olan kişinin yerine koymaktır. O yatakta, ölümü beklediğinizi hayal edin. O sırada en çok neye ihtiyacınız olurdu? Karşınızda duran kişiden en çok ne isterdiniz?
Ölümcül hastalığı olan birine dokunmak, gözlerinin içine bakmak, elini tutmak, onunla aynı ritmde nefes almak da sizin ona olan ilginizi aktarabilir.
Çocuk, sanki bugünle değil de gelecekle ilgisi olan bir varlık, bir tohum gibi. Çocuğun ölümü de filizlenemeyen bir tohumun yokolması gibi. Böyle bir konumda bulunan bir yetişkinin içinde bulunduğu duruma şu açılardan bakılabilir: 
• Buna şahit olmak zorunda olmak. 
• Şahit olmak kadar, o çocuk orada hastalıkla uğraşıp can çekişirken, bir yetişkin olarak sağlıklı ve yaşama beklentisi içinde olmak. “Biz yaşıyoruz, onlar ölüyorlar” düşüncesi.
• Çocuğun yardıma muhtaç olması, ancak bunun karşılığında ona yardım edemiyor olmak. Sanki çocuk da yetişkin de, daha büyük güçlere teslim olmuş, bir karar verilecek ama bu kararı kimin, neye göre vereceği belli değil.
• Çocuğun belli olmayan kaderi içinde, bir noktada “palyaço” olarak yer almak. Çocuğun belki iyileşmesine katkıda bulunmaya çalışmak ya da kalan günlerini daha keyifli geçirmesini sağlamak. Ancak zaman zaman bu çabaların hiç bir sonuç vermemesi.
“Allah sıralı ölüm versin!”…