Özel Beyaz Bireysel Gelişim ve Aile Danışma Merkezi - 0212 231 6112 / 0532 201 4180

 

 

      Smartphone, iPod, Wii, Facebook, Google, LinkedIn, iTunes, Youtube, Twitter, iPad, Xbox, Instagram, Flickr, Tango, Viber, Snapchat, Whatsapp,  internet radyoları, televizyon, 3D televizyon, Skype, Kindle, Spotify, fotoğraf makinası, kamera, vb.,vb.,vb…İnternet bağlantısının  olmadığı bir yaşam artık düşünülebilir mi?  Dikkatimiz artık eskisi gibi iyi değil, aynı anda bir çok işi yapabildiğimizi sanıyoruz, ancak yanılıyoruz.  Öte yandan, hiç olmadığı kadar çok okuyup yazıp, bir çok bilgiye anında ulaşabiliyoruz.

     Yaşamımızın ayrılmaz bir parçası olan teknoloji, bizde ne tür etkiler yaratıyor? Düşünce yapımızda, davranışlarımızda ne tür değişikliklere yol açıyor? Bu değişiklikleri “olumlu” ya da “olumsuz” olarak nitelemek ne kadar mümkün?

 

ODAKLAN(AMA)MA VE “MULTITASKING / AYNI ANDA BİR KAÇ İŞİ YÜRÜT(EME)MEK”

 

     Uzun yıllar önce dikkati odaklamakla ilgili olarak yapılmış olan bir deney : Öğrencilerin, üç beyaz giysili ve üç siyah giysili basketbol oyuncusunu izlemeleri ve bir bölümünün beyazların atışlarını, diğer bölümün de siyahların atışlarını saymaları gerekiyor.  Bu sırada basketbol salonuna bir goril giriyor ve oyuncuların arasında koşuyor.  Çalışmanın bitiminde hoca, öğrencilerine kaçar sayı atıldığını soruyor.  Daha sonra da, kimlerin gorili gördüğünü öğrenmek istiyor. Anlaşılıyor ki, 50’den fazla öğrenci arasında sadece bir kaç kişi gorili farketmiş, diğerleri gorilin geldiğini hiç görmemişler. Bu çalışma, kişinin istediği durumlarda dikkatini ne ölçüde yoğunlaştırabileceğini gösteriyor.  Ancak bir yanıyla da, “seçici dikkat”e örnek olarak, kişinin bir noktaya odaklandığında, diğer tüm uyaranları o alanın nasıl dışında bırakabileceğini de vurguluyor.

     Kişinin “görüş alanı”nı daraltıp, çevrenin sadece bir bölümüne dikkatini odaklayabilmesi, insana özgü algılama becerisinin çok önemli bir ögesidir. Bir çok ögeyi bilinçli bir şekilde bertaraf ederek belli bir noktaya odaklanma becerimiz olmasaydı, dünya bizim için son derece karmaşık bir yere dönüşebilirdi.

     Dikkat, bizim neyi öğrendiğimizi, bir konuyla ilgili olarak ne kadar kapsamlı çalışabildiğimizi, ailemizle, arkadaşlarımızla ilişkilerimizi nasıl yürüttüğümüzü, hayatımızı nasıl kurduğumuzu, bedenimizi ve duygularımızı nasıl algıladığımızı, uzun süreli belleğimizi nasıl oluşturduğumuzu belirler.

     Dikkat, zihnimizde bulunan bir çok becerinin birarada çalışmasıyla oluşur: Kavrama, anlama, hatırlama, örüntüyü farketme, kendinde ve diğer kişilerdeki duygudurumunu anlama gibi. Dikkat denince, kişinin kendi sezgileri, değerleri, kısacası “iç dünyası”, bir çok uyaranla kişiye ulaşan “dış dünya” ve insanlararası ilşkilerin öne çıktığı “sosyal dünya” akla gelir. 

     İşte internet ve teknoloji, tam da bu noktada kişinin, yakın döneme kadar oldukça standart kabul edilen iç, dış ve sosyal dünyasında önemli bir değişikliklere  yol açıyor. Günümüz insanının dış dünyası ve sosyal dünyası, internetle birlikte ciddi bir değişikliğe uğradı. Artık, değişik medyalar kişinin tüm yaşamını şekillendiriyor; insanlar ortalama olarak daha az uyumakta, daha az yüzyüze sohbet etmekte, daha az çalışmakta, hatta daha az televizyon seyretmekte.  Buna karşılık, modern toplumlarda kişiler, günde 6-9 saat arasını ekran başında ve bir sosyal medya ortamının içinde geçirebilmektedir.

     “Pizzled”(puzzled and pissed/şaşırmış ve bozulmuş) terimi, sosyal ilişkilerin içinde yeni yeni ortaya çıkmaya başlayan bir terim; biriyle sohbet ederken telefonunu çıkarıp konuşan, bir mesaja cevap yazan ve o sırada karşıdakini hiçe sayan kişinin karşıdaki üzerinde yarattığı etkiyi anlatıyor.  Bu da, kişilerin sosyal ilişkilerinde de eskiye oranla daha az dikkatli ve özenli olduğunu gösteriyor.  

     Herhangi bir işle meşgulken “Acaba şu anda neler kaçırıyorum?” duygusu, üniversitedeki bir profesörün ders anlatırken ya da bir doktorun hastasını muayene ederken bile aklına  gelebilecek kadar yaygınlaşmış bir düşünce. Artık herkes “sürekli kısmi dikkat verme” durumunda gözükmekte. Bir konferansta, lokantada, sinemada, arkadaş ortamında, sporda, nerede olunursa olsun, aynı anda başka yerlerde neler olup bittiğini bilmek, ilginç bir şey ya da önemli bir haber kaçırmadığımızdan emin olmak gibi bir zorunluluk içindeyiz. Kendimizi tümüyle bir kitaba ya da müzik parçasına vermek, bir sohbetin içinde bölünmeden var olabilmek gibi becerilerimiz sanki gitgide kaybolmakta.

     Aynı anda o kadar çok sayıda uyaran ve bilgiye maruz kalmak, tüm bu verileri algılamak, onlara gereken zamanı ayırıp tam olarak anlamaya çalışmak, zihnimizde düzene sokmak ve depolamak için gereken zamanı gitgide azaltmaktadır.

     Dikkat, genellikle iki şekilde dağılır.  Bunlardan ilki, bedenimizden gelen bazı duyumların, örneğin, ağrıyan bir diş, dolu bir mide, bacağımızdaki bir kaşıntı gibi uyaranların neden olduğu dikkat dağınıklığıdır.  Diğeri ise, duygusal nedenlere bağlı dikkat dağınıklığıdır, başaramama korkusu, kafamızdan atamadığımız düşünceler, güzel bir programın heyecanı gibi.

     Bir hedefe yönelik olarak odaklanmış dikkat, bizim koyduğumuz hedefe ulaşmamızda, bu hedefle ilgisi olmayan uyaranları bir kenara koyup, bir anlamda ortamdan “kopup”, sadece o hedefe yönelik olarak çalışmamızı sağlar. Böyle bir durumda, beynin gerekli tüm işlevleri büyük bir uyum içinde çalışır; tüm işlevler dikkati odaklama, problem çözme ve sonuca ulaşmaya kitlenmiştir. Ancak, bu uyumlu işleyişin içine girmeyi başaran bir dikkat çelici, bu sistemi altüst eder; kişinin dikkati dağıldığı için hedeften uzaklaşır. Bir hedefe yönelmiş bir kişinin dikkat çelicilerle mücadelesi hiç bitmez; örneğin kitap okurken aklına gelen düşünceleri bir kenara atmak için sürekli bir mücadele vermek zorundadır. Kısacası, araya sürekli bir reklamın, gelen bir bildirimin habercilerinin ortaya çıktığı bir ekranda bir şeyler okumak, aslında tam anlamıyla “derin ve depolamaya yönelik okuma” sayılmaz.

     Yapılan araştırmalar, zihnimizin bir anda en fazla dört ila yedi parça bilgiyi önbellekte tutabildiğini göstermekte. Bunun olması için de verilen bir bilgiyi dinlerken, izlerken ya da okurken dikkatimizin tümüyle o bilgi üzerinde olması gerekir. Özen gösterilmeyen bilgi uzun dönemli hafızaya zaten aktarılamaz. Sıradan bir iş yerinde , kişinin örneğin maillere sürekli anında cevap vermesi ve kendisini her an cevap verebilme noktasında tutması da iş kalitesini düşürmektedir, zira ara verilen işe geri dönüp ona yeniden odaklanmak uzunca bir zaman gerektirmektedir. Öte yandan, herşeyi internette bulabilme ya da bilgisayarda saklayabilme ihtimali, kişinin, kendisi için gerekli bilgileri akılda tutma, kısacası uzun süreli hafıza yetisini de köreltmektedir.

     Bu noktada, özellikle çok yoğun çalışan kişiler arasında sıkça kullanılan bir terim olan “multitasking”e bakmak gerekir.  Aynı anda bir çok işi, eşit verimlilikte yapmak gerçekten mümkün müdür? Bu konuda bilinmesi gereken, bir insanın aynı anda iki işi asla yapamayacağıdır. Beynin kapasitesi, sınırları bellidir. Diğer bir deyişle, bir zaman dilimi içinde bir çok iş yapılsa da bunların hiçbiri aynı anda yapılmamaktadır; çok çok kısa aralıklarla peşpeşe, dönüşümlü olarak  yapılmaktadırlar. Bu da, son derece yorucu ve bir süre sonra da son derece verimsiz olan bir çalışma yöntemidir. Aynı anda bir kaç işi birden yapmaya çalışan kişilerin, zaman içinde daha sinirli oldukları  bulunmuştur. Üstelik, beynin ne kadar yoğun şekilde, duygusal ve sezgisel uyaranların etkisinde kaldığı düşünülürse, bu zorlu mücadelenin sonucunun ne olacağını da tahmin etmek zor değildir. Dikkat bozuklukları, kötü kararlar, derinlemesine düşünememek, kafada bilgi çöplüğü oluşması, internet bağımlılığı, kötü uyku, kahve, sigara gibi uyarıcıların çok fazla tüketilmesi, multitasking’in saptanan sonuçları arasındadır.

 

Ekranlar üzerinden bize ulaşan teknolojinin dikkat ve odaklanmamızı paramparça etmesi, duygulanım durumumuzu sürekli yukarıda

tutarak bizi darmadağınık etmesi karşısında neler yapılabilir?

 

  • Meditasyon (Tabii ki ilk sırada)

  • Öncelik sırası oluşturmak

  • Çalışma ortamını dikkati en aza dağıtacak şekilde, ruha uygun bir şekilde düzenlemek

  • Teknolojinin esiri değil efendisi olmak

  • Şu soruların yanıtlarını bulup ona göre davranmak

  • Veriminizi en çok arttıran şeyleri saptamak

  • Kendinizi yaptığınız işe verebilmek gerekli koşulları saptamak

  • O ana odaklanmak

  • Sadece o isle ilgili olan alanları gözönünde bulundurup diğerlerini gözardı etmek

  • Molalar vermek

 

ÖĞRENME İÇİN YENİ FIRSATLAR

 

     İnternete daha olumlu bir gözle bakan araştırmacılar ise, her türlü uyaranın beynin iç yapılanmasını etkilediğini ve ekranların da bu olgunun dışında tutulamayacağını belirtiyorlar.  Bu araştırmacılar, bilgisayarda oynanan oyunların oldukça karmaşık olduğunu, bunları çözmek ve diğer oyuncularla sanal ortamda oynayabilmek için gençlerin hiç bir dönemde olmadığı kadar çok okuyup yazmaları gerektiğini belirtiyorlar. Bunun dışında, bilgisayar oyunları beynin mekansal algı, hafıza, stratejik düşünme, keskin dikkat ve ince motora yönelik alanlarının gelişmesine da katkıda bulunuyor.

     Bu bulgu, konu, gençlerin ilgisini çektiğinde çok karmaşık metinleri bile oturup okuduklarını ortaya koyuyor. Benzer şekilde, yazdıkları metinlerin, sadece bir öğretmen tarafından değil, bir çok kişi tarafından okunması ve değişik kişilerden geribildirim alma düşüncesi gençleri yazmaya yönlendiriyor; örneğin kendilerine ait blogları olduğunda, kompozisyon ve araştırma çalışmalarını daha keyifle yapıyorlar.

     Teknolojinin okuma-yazma ve öğrenme konularında geleneksel eğitim sistemine karşı farklı seçenekler oluşturması, eğitimcilerin, bu olanaklardan nasıl daha fazla yararlanılabileceği konusunda tasarılar oluşturmasını da sağlıyor.  Bunlardan bir tanesi de “Tersine eğitim”, yani çocuğun evde oturduğu ve neler öğreneceğine kendisinin karar vereceği bir eğitim sistemi. Bu sistemde, çocuğun ödev kontrolü ve öğrendiklerini arkadaşlarıyla paylaşması için okula gitmesi öngörülüyor. Bu çeşit bir eğitim sistemin yararları:

 

  • Öğrenenin doğrudan katılımının olması

  • Bireyin öğrenme hızını gözönünde bulundurması

  • Anında geribildirim verilmesi

  • Oyunun, eğlencenin öğrenme içinde kullanılması(gamification)

  • Arkadaşların birbirine öğretmesi 

     ​olarak özetleniyor.

 

İÇİNE DEĞİL “BEN”E YÖNELMEK 

 

     Gardner ve Davis’in, gençler ve çok değişik alandan uzmanlarla yürüttüğü bir çalışma sonucunda hayli ilginç bulgulara ulaşılmıştır.

      Günümüz gençleri, bundan 50 yıl önce gençliğini yaşamış kişiler gibi “hayatta bir anlam aramak, hayatı anlamak” gibi bir öncelik yerine, daha çok “algılanmak ve farkedilmek”e odaklanmış durumdalar. 2000’li yıllarda gençler günde ortalama 60 ila 100 arası mesaj atıp aynı anda bir çok kişiyle “konuşuyorlar”.  Haberleşilen kişiler arasında anne-babalar da büyük bir yer tutuyor.  Bu da anne-babalara çocuklarıyla sürekli iletişim halinde olup onları izleme ve kontrol etme olanağı veriyor. Bu mesajların içerikleri konuşmaların çoğunun hatır sorma ve program yapma ile ilgili olduğunu ortaya koyuyor. Gençler, akranlarıyla çok fazla “iletişim” halinde oldukları halde kendilerini eski kuşaklara oranla çok daha yalnız ve dışlanmış hissediyorlar.  Gençler, sürekli önemli bir takım gelişmelerin dışında kaldıklarını, yeterince popüler olmadıklarını düşünüyorlar. Özellikle “facebook” tipinde sosyal medya araçları, gençlerde herkesin kendilerinden daha mutlu olduğu duygusunu yaratıyor, çünkü sosyal medyada herkes kendini en güzel, en gıpta edilecek haliyle sunuyor.

     İnternet ve sosyal medyanın, ilişkiler üzerindeki bir diğer etkisi, diğerlerini belli bir amaç için kullanmak.  Örneğin otobüs beklerken, lokantada yemek beklerken, arkadaş tuvalete gittiğinde, televizyonda seyredilen programda reklam arası olduğunda, hemen bir sosyal paylaşımda bulunmak.  Bu şekilde bir iletişimin, derinliği olan, karşıdakini gerçekten algılamaya yönelik bir iletişim olması çok zor.

     Yukarıda bahsi geçen araştırma, gençliğin empati yeteneğinin giderek azaldığını da ortaya koyuyor. Varılan bir diğer sonuç da, günümüz gençliğinin eskiyle karşılaştırıldığında yaratıcı öyküler oluşturma becerilerinin azalmış olması.  Gençler, daha düz bir mantıkla düşünüp benzer konular hakkında yazılar yazıyor, sürprizlere daha az yer veriyorlar. Can sıkıntısının, yaratıcılığın lokomotifi olduğu düşünülürse ve artık can sıkıntısının neredeyse olanaksız olduğu göz önünde bulundurulursa, bu sonuçların beklenebilir olduğu söylenebilir.

     Tüm bunların yanında, facebook gibi sosyal paylaşım sitelerinin, “uykuya yatmış”, daha ikincil arkadaşlıkları, iletişimi canlandırdığı, harekete geçirdiğini de belirtmek gerekir. Araştırmalar, kişilerin sosyal medyada politik olarak daha aktif olduklarını gösteriyor.  Ayrıca, beğenilen kitapların, filmlerin, makalelerin, vb. gibi paylaşımları kişilerin gündemi izlemesine de yardımcı oluyor. Ortak bilgiye, ufak da olsa bir katkıda bulunmak kişilerin yeni şeyler keşfetme konusundaki heveslerini arttırıyor.

     Sonuçta, ekran ve internet söz konusu olduğunda, yazıyı “denge” kavramı ile bitirmekte yarar var.