Özel Beyaz Bireysel Gelişim ve Aile Danışma Merkezi - 0212 231 6112 / 0532 201 4180

 

 

     Travma sözcüğünü giderek daha sık duymaya başladık. Travmanın en kabul görmüş tanımı, kişinin başından geçen, bedensel bütünlüğüne ya da kişisel varoluşuna tehdit oluşturan, onun olaylarla baş etme ve duygularını dengeleme becerisi ile kendilik algısını bozan, kişiyi olay karşısında çaresiz ve yetersiz hissettiren bir durum olmasıdır. “Gelişimsel travma” ise çocukların büyüme sürecinde yaşadıkları ve onların gelişimini olumsuz yönde etkileyen yaşam olayları ile ilgilidir. İhmal, suistimal, aile içi şiddet, bir yakının kaybı, kaza, toplumsal şiddet, doğal afetler, savaş, okulda şiddet, anne-babanın boşanması, anne-babanın kronik hastalıkları, alkol veya madde kullanımları, bir cinayete ya da intihara tanıklık etmek gibi çocuğa acı veren olaylar, çocukların duygu ve davranışlarını biçimlendirir. Çocuklar bu olaylara doğrudan maruz kalabildikleri gibi, bu olaylara tanıklık etmiş ya da sürekli stres altındaki bir yetişkin tarafından yetiştirilmiş de olabilirler.

     Belki de travma sözcüğü ilk kullanılmaya başlanıldığı zaman farklı bir anlam taşıyordu, şimdilerde anlamı genişledi. Travma sözcüğünü neden daha sık ve daha yaygın bir anlamda kullanıyoruz, buna neden ihtiyaç duyuyoruz? Travma sözcüğü dikkat çektiği ve insanların bizim durumumuza daha çok hassasiyet göstereceklerini umduğumuz için mi? Olayların bize yaşattıklarını en iyi bu sözcükle ifade edebildiğimiz için mi? Başımızdan gerçekten çok sayıda travmatik olay geçtiği için mi? Travma sözcüğü günlük hayatın bu kadar içine girdiğine göre bunun bir anlamı olmalı.

    Bedenimizin tehlikeyi sezmesi esas olarak fizyolojik bir durumdur. Yaşam koşullarımızı göz önünde bulundurduğumuzda sormamız gereken soru şudur: “Kendimizi gerçekte ne oranda bu denli tehlikeli durumların içinde buluyoruz?” Eğer sürekli tetikteysek ve her an karşımıza bir panter çıkmış gibi tepki vermeye hazırsak bu durumda tepkilerimizin kaynağının daha çok zihinsel ve duygusal olduğunu söylemek mümkündür.

    Travma sözcüğünü bu kadar sık kullanmamızın nedeni aslında “tükenmişlik”, “engellenmişlik” ve “aşırı uyanıklık” duygularını tanımlamaya çalışmamız belki de. Gün içinde o kadar çok konuda engellenmişlik duygusu yaşıyoruz ve o kadar uyanık olmak zorunda kalıyoruz ki günün sonunda hayat bize baş edilemeyecek ve altından kalkılamayacak kadar ağır geliyor. Kronik, biri biterken diğeri başlayan travmatik durumlar, kişiyi başetme becerilerini yitirmiş, çaresiz, ne yaparsa yapsın travmadan kaçma olasılığı yokmuş gibi hissettirebilir. Birçoğumuz, aşırı yorgunluk, yıpranmışlık, birçok olaya tanıklık etmek, her gün birilerinin travmatize olduğunu izlemek sonucunda dayanma ve baş etme kabiliyetlerimizin azaldığını deneyimlemişizdir. Travma sonrası stres bozukluğu, günlük hayatın kalitesini bozar; kişi olayları tekrar tekrar hatırlayabilir, başından geçenleri yok sayabilir, olayı hatırlatan her uyaranda yerinden sıçrayabilir. Kişinin kaynakları tükendiğinde de kendini bu şekilde hissedebilir.

     Gerçek bir tehlikeyle karşı karşıya kaldığımızda, vücudun verdiği fizyolojik tepki, biz ne yapacağımıza karar verene kadar sürer ve daha sonra vücudun işleyişi normale dönmeye başlar. Oysa günümüzde, Covid-19 ile mücadele ederken bizde gerilim yaratan olayların ne zaman sonlanacağı belli değildir ve dolayısıyla sürekli aşırı uyarılmış ve dikkat kesilmiş bir halde kalmamız gerektiğini hissederiz. Bu durumda kalmamızın bir diğer nedeni ise bizim için tehlike oluşturduğuna inandığımız olayla başa çıkabilmek için yapabileceğimiz seçimlerin çok kısıtlı olmasıdır. Sürekli tetikte olma halinin yıllarca sürdüğünü düşünürsek, vücudumuzun ürettiği stres hormonu ve aynı zamanda alarm sistemi olan kortisolün hiçbir zaman “normal” seviyesine inmeyeceğini varsayabiliriz. Kortisolün sürekli yüksek olduğu bu durumda bütün algılarımız keskinleşmiştir, artık söylenen herhangi bir şeye bile şüpheyle yaklaşırız, bizim için bir tehdit oluşturup oluşturmadıklarını düşünürüz. Herhangi bir durumla karşılaştığımızda, bir durup düşünmek yerine hemen tepki vermeye hazır haldeyizdir. Sürekli tetikte olma durumu ise, kendimizi gevşemiş ve rahat hissetme olasılığını tümden yok eder, çünkü bedenin aynı anda hem sakin hem gergin olması olanaksızdır.

     Aşırı uyanık durumdaki bir kişi çevresini sürekli gözlemler ve kollar, çünkü kendisine gelebilecek her türlü zararı engellemek arzusundadır. Kişi, çevresinde olası fiziksel tehlikelerin, daha önce başından geçmiş olan travmatik bir olayın ya da ilişkilerinde ters giden bir şeylerin izlerini bulma peşindedir. Etrafı kolaçan etmekten sohbete odaklanamaz, olaylara aşırı tepkiler verir, kolayca korkar, kalabalık ve gürültülü yerlerde olmak istemez, olayları mikroskop altına yatırır, insanların beden dillerinden olmadık anlamlar çıkarır, uyumakta zorlanır, hayata bakışı genellikle siyah-beyazdır; kısacası dokunsanız tavana sıçrayacak durumdadırlar. Aşırı uyanık, diğer bir deyişle her an tetikte olan kişilerin beyinleri, onların bedenlerini olası bir tehlikeden korumaya çalışır. Bu kişiler, birçok kişinin tehlike olarak algılamadığı durumları da bir tehdit olarak değerlendirirler; kendileri ya da yakınları, kendilerine gerçek anlamda zarar veren bir olay yaşamamış da olsalar, travma sonrası stres bozukluğu tanısı alabilecek davranışlar sergileyebilirler.

     Ele alınması gereken diğer kavram ise “engellenmişlik” duygusudur. Engellenmişlik (frustration), kişinin arzuladığı bir hedefe ulaşmaktan alıkonulması, o hedefe ulaşmasının engellenmesi olarak tanımlanabilir. Bir şeyin gerçekleşmesini istemek, bunun için uğraşmak ve emeklerin karşılığını alamamak günlük hayatımızda yaşadığımız bir durumdur: Çocuğumuzu kaydettirmek istediğimiz okulun kayıtlarının dolması, maaş zammının istediğimiz düzeyde olmaması, tatile gitmeyi planlarken bacağımızı kırmak gibi.  Engellenmişlik duygusu elektrik kesilmesi, fırtına, anne-babalar gibi çevresel etkenlerle ortaya çıkabilir, kişinin hedefleri ile kendi becerilerinin uyumsuzluğu söz konusu olabilir ya da kişi aynı anda birkaç şey ister ve öncelik sırası oluşturamayabilir. Bizde engellenmişlik duygusu yaratan birçok olayda, nedenler bizim elimizde değildir. Bu da kızgınlık, vazgeçme, saldırma, taviz verme, güven kaybı, stres, depresyon, bağımlılık oluşturma gibi tepkilere yol açabilir.

    Birçok yetişkinin içinde bulunduğu bir kapan olan travmatik deneyimler, engellenmişlik duygusu ve aşırı uyanıklılık hali, hiç de güvenli olmayan bir dünya algısına dönüşür; kişinin kendine ve çevresine olan güveni ciddi şekilde sarsılır. Bu yetişkinlerin zihninde sürekli “Ya olursa?” sorusu ve şüphesi vardır. Bu şüphe “beklentisel yas” olarak da isimlendirilir (Kessler, D. 2020). Kessler, beklentisel yasın belirsizlik yaşanan durumlarda ortaya çıktığını ve bu durumda genellikle ölüme odaklanıldığını söylemektedir. “Ya olursa?” beyinde gerçek bir tehlikeyle aynı tepkileri yaratır ve kişiye “ya savaş ya kaç ya da kıpırdama” komutu verir. Ne yazık ki günümüzde tehlike olarak görülen durumlardan ne kaçarak ne savaşarak ne de donarak kurtulmak pek mümkün olmaz. İnsanoğlunun kendini üstün görmesine neden olan birçok beceri işlerliğini yitirmeye başlamıştır, her şey kontrolden çıkmaktadır.

    Bu açıdan bakıldığında, özellikle yaşadığımız coğrafyada her gün bizde yoğun ve olumsuz duygular uyandıran büyüklü küçüklü birçok olayı ya bizzat yaşıyoruz ya da tanık oluyoruz. Doğaya verilen zarar, doğal afetler, savaşlar, salgınlar, pandemiler, çatışmalar, patlamalar, tartışmalar, yoğun trafik, trafik kazaları, yaşanan haksızlıklar, aile içi şiddet, farklı siyasi görüşler, hastalıklar, kayıplar, işyerinde ve okulda yaşanan sorunlar, erken yaşta ayrılıklar, boşanma, geçim sıkıntısı, hızlı yaşam, zorbalık, mobbing, cinayetler, yaralamalar, sansürler ve akla gelen gelmeyen birçok konu yetişkinlerin sürekli gergin olmasına neden oluyor. Bu olayların gerçekleştiklerinde yarattıkları etkinin bir benzeri bu olayların ortaya çıkma ihtimali akla geldiğinde de yaratılıyor. Yetişkinlerin yaşamında “Ya olursa” düşüncesi büyük bir yer tutuyor. Kimi zaman bir “felaketin” olma ihtimalini düşünmenin kişi üzerinde yarattığı etki ile gerçek felaketin yarattığı etki neredeyse aynı olabiliyor.

    Yapılan araştırmalar, bebeklerin kendilerine bakım veren kişilerle “duygusal düzeyde uyumlu” olduklarında fiziksel olarak da uyumlu olduklarını göstermiştir (Van der Kolk; 2018). Kendi duygularını düzenleyemeyen bebeklerin, kendi duygularına eşlik eden kalp atışlarını, hormon düzeylerini ve sinir sistemlerini, kısacası bedensel tepkilerini düzenleme şansları azdır. Çocuk, kendisine bakım veren kişiyle uyumlu olduğunda, bu yetişkinle neşe ve bağlantıda olma hissi, bebeğin bedeninde sabit kalp atışı, solunum ve düşük düzeydeki hormon seviyesi ile yansıtılır. Bebeğin bedeni sakin olduğunda duyguları da sakindir.

    Son dönemde yapılan araştırmalar, doğumdan 72 saat kadar kısa bir sonra bile, bebeğin beynindeki ayna nöronların, onların yetişkinlerin yüz ifadelerini taklit edebildiğini gösteriyor. Ayna nöronlar, bebeğin kendi hareketlerini ve karşısındaki kişinin hareketlerini izlemesi ile ortaya çıkıyor ve bebek kendi hareketlerini bu gözlemler sonucunda çevreye uyumlu hale getirmeye çalışıyor.

    Çocuk gelişimi ile ilgili tüm teoriler, yaşamın özellikle ilk iki yılının, daha geniş bir bakış açısıyla ele alınacak olursa da ilk altı yılının, yaşamın geri kalanı için bir zemin oluşturduğunu ve yaşamla ilgili seçimlerin bu zemin üzerinden yapıldığını ortaya koymaktadırlar. Bu zeminde şüphesiz ki birçok etken vardır. Ancak konumuzla ilgili olan ve ele alınmayı hakeden etkenlerden bir tanesi travmanın kuşaktan kuşağa aktarımı ile ilgilidir. Kısaca bir kişinin hayatındaki olayların o kişinin DNA’larının yapısı değişmeden kendini nasıl ortaya konulacağının araştırılması olarak tanımlanabilen epigenetik çalışmalar, son yıllarda oldukça hız kazanmış durumdadır. Epigenetik alanında yürütülen çalışmalar şu anda kesin sonuçlar vermese de bir kuşağın yaşadığı travmaların diğer kuşakta bazı hassasiyetler yarattığı artık bilinmektedir.

    Travma, engellenmişlik duygusu, aşırı uyanıklık, her an tetikte olmak, bebek ve bakımverenin duygusal uyumu, ayna nöronlar ve epigenesis ile ilgili tüm bilgiler altalta konulduğunda öncelikle yaşı ne olursa olsun herkesin amacının çevre koşullarına uyup sağlayıp hayatta kalmak olduğu söylenebilir. Anne-babaların yaşadıkları ortamdan hangi duygulanımları, deneyimleri ve tepkileri kendi çocuklarına aktaracakları büyük önem kazanmaktadır.

 

Şimdi ve buraya odaklanmak

 

İnsanoğlu olarak geçmişi ve geleceği kontrol etme olanağımız yok. Winnie the Pooh dizisinde çok hoş bir diyalog var:

-Hangi gündeyiz?

-Bugünde.

-Yaşasın! En sevdiğim gün.

Çocukların her durumda, ama en çok en çok kaygı yaratan belirsizlik anlarında anne-babalarını yakından izlediklerini, onların tutum ve davranışlarını kendilerine örnek aldıklarını biliyoruz. Gelecek kuşaklara kortisol hormonunun izleri yerine neler aktarılabilir?

  • Anne-babaların yaşadıkları tatsız hayat deneyimlerini yok saymamaları önemlidir. Çocuklara konu ile ilgili mutlaka bir açıklama yapılmalıdır. Bu şekilde çocuklar konuyla ilgili kara senaryolar üretmek zorunda kalmaz, yaşananlara bir anlam verebilir.
  • Bedenin aynı anda hem gergin hem gevşemiş olmasının olanaksız olduğundan bahsetmiştik. Dolayısıyla, duygusal olarak en gergin durumlarda bile bedene odaklanmak hızlıca bir rahatlama sağlar. Anne-baba ve çocukların birlikte gevşeme egzersizleri, nefes çalışmaları, mindfulness çalışmaları yönlendirilmiş meditasyon ve yoga yapmaları zihni o ana odaklayacak, “ya..” sorularını azaltacaktır.
  • Her şeyin kontrolden çıktığı izlenimi ortaya çıktığında, beş duyuya yönelmek, anne-baba ve çocuğu bu ana getirir; kokular, tatlar, dokular, görüntüler ve sesler bu ana demir atmak için önemlidir.
  • Böyle zamanlarda, tüm aile bireylerinin bir dışavurum aracı bulması önemlidir. Parmak boyası, kil, boya kalemi, kalem-kağıt, farklı elişi malzemeleri böyle durumlarda hemen imdada yatişir.
  • Zor durumda olan kişilere yardımcı olmak, yardım edilen kişi kadar yardım eden kişi için de büyük bir tatmin ve rahatlama yaratır. İnsanın insane dokunması, başkasının hayatına küçük de olsa dokunabilmek kişinin yaşam sevincini artırır. Anne-baba, bu konuda öncülük ederek çocuklarına bu tür desteklerin nasıl yapılacağı konusunda yol gösterebilirler. Bu destek bir mektup yasmak, bir eşya paylaşmak, bir yardım kampanyası başlatmak ya da bir derneğe üye olmak şeklinde olabilir.
  • Sizde engellenmişlik duygusu ya da aşırı uyanıklık yaratan durum size tam olarak ne ifade ediyor? Genel anlamda olumsuz bir olay olmasının dışında size özel bir anlamı var mı? Bu olayla ilgili kendi duygu ve düşüncelerinizi irdelemek, çocuğunuzla konuşurken yardımcı olabilir; onun kendi duygu ve düşüncelerini keşfetmesini sağlayabilir, onu daha iyi anlayabilirsiniz.
  • Yaşananlarla ilgili olarak ailede herkesin bir hikayesinin oluşması gerekir. Ne oldu? Ne hissettim? Bu his beni ne yapmaya itti? Bunun üzerine ne oldu? gibi, yaşananlar arasında bütüncüllük oluşturan hikayeler her zaman durumu algılamayı kolaylaştırır.