Özel Beyaz Bireysel Gelişim ve Aile Danışma Merkezi - 0212 231 6112 / 0532 201 4180

 

 

     Bir insanın en temel ihtiyaçları. Anneyi görmek, onu hissetmek. Anne tarafından görülmek, algılanmak. Anne somut olarak yanımızda olmasa bile onun zihninde var olmaya devam ettiğimizden emin olmak. Anneye yapabildiklerimizi, kim olduğumuzu gösterebilmek. “Bak anne!...”

     Görsel malzeme ise her zaman insanın zihni ve ruhu üzerindeki en etkili malzeme olagelmiş. Dil oluşmadan çok önce insan görmeye, görsel kanallardan algılamaya başlıyor dünyayı. Bilinçaltının ve dolayısıyla rüyaların malzemesi de ağırlıklı olarak görsel. İnsanoğlunun kendini dışa vurumu da önce görsel malzeme üzerinden oluyor. Mağara duvarlarına başından geçenleri resmetmeye başlıyor. Başından geçenleri görsel olarak sabitleme ihtiyacı duyuyor ve aynı zamanda bu imgelerin başkalarının da ilgisini çekeceğini düşünüyor. Daha sonrasında görsel dışa vurum çağlar boyunca resim sanatı, tiyatro, sinema, bale, dans, fotoğraf şeklinde süregeliyor. Görsel dışavurumlar sayesinde insanlar görsel imgeler üzerinden birbirlerini anlamaya, duyguları paylaşmaya ve iletişim kurmaya başlıyorlar. Bu imgelerin pek çoğu insanoğlınun ortak bilinçdışını oluşturan arketiplere dayandığı için anlaşılmaları için ayrıca bir açıklama da gerekmiyor. Ekran her ortamda ilgi çekiyor. Herkesin baktığı yöne bakmak zaten insanın güdüsel olarak yaptığı bir hareket. İnternet ve sosyal medya ise bu paylaşımı çok daha yoğun bir etki-tepki ağı içinde mümkün kılıyor.

BEKLEMEK, ERTELEMEK, YETERSİZ OLMAYA DAYANABİLMEK, SINIRI OLDUĞUNU KABUL ETMEK, YETİNMEK, CAN SIKINTISINA DAYANABİLMEK...

     Bu yetiler günümüzde giderek yok olmakta. Tüm etkinlikler peşpeşe diziliyor. Her şeyin hemen anında olması isteniyor. Beklemek , ertelemek kaygı yaratıyor. Sahip olunanlar yetersiz ve az görülüyor, bunun ötesine geçmenin yolları kurcalanıyor. Hep önemli olmak, ilginin odak noktasında olunmak isteniyor. Mutluluk görüntüsü altında görmek, görülmek ve göstermek kaygısı. Görülmezsen yoksun. Ya yoksan? Kaygı giderek artıyor. Dışarda kalma korkusu herkesi ele geçirmeye başlıyor “FOMO/ Fear of being missed out= Dışarıda bırakılma korkusu” gibi terimler tanımlanıyor.

     Daha önceleri imgeleri “hayal” ve “gerçek” olarak ikiye ayırırken artık “sanal gerçeklik”ten de söz etmek gerekiyor. Nedir sanal gerçeklik? Sanalı tanımlamak da kolay değil. Sanal gerçeklikten beklenen, içinde gerçekliği barındıran bir ortam. Sanalın gerçekleşme olasılığı var. Bir ara alan gibi. Hayal etme ile gerçeklik arasında. Bilim-kurgu türü sanalın öncülü sayılıyor.

    “Black Mirror”,(bilgilendirme için Mine’ye teşekkürler) çok da uzak olmayan bir gelecekte, insan psikolojisi ile “siyah ayna/ ekran” etkileşimini ele alan bir kısa filmler dizisi. Kişinin beynine bir hafıza çipi yerleştirip gördüğü her şeyi kayıt altına almasını ve ihtiyaç duydukça yavaş çekim/hızlı çekim seyredebilmesini sağlamak. Karşıdaki kişi hoşa gitmeyen bir şey yaptığında onu “bloklamak”, karşılıklı olarak duyulmaz ve görülmez olmak. Ekranlardan oluşan odalarda yaşayıp seyretmeyi reddettiğinizde para cezası ödemek. Ölen bir kişiyle onun sosyal medya üzerinden toplanmış verileri üzerinden iletişime geçebilmek. Yarattığınız bir çizgi karakterin sizden daha gerçek bir hale gelmesi.

Ruhsal işleyişimiz giderek teknolojiye mi ayak uyduracak?

     Diğer bir deyişle teknoloji ruhsal işleyişimizi değişterecek ve yeni normlar yaratacak mı? İnsanoğlu ilk aletleri ellerinin uzantısı olarak yaratmıştı. Bu aletlerle doğa ile daha rahat baş edebilmeye, daha rahat üretebilmeye, ayakta kalabilmeye başlamıştı. Şu anda internet ve tüm teknolojik aletler zihnin ve ruhsallığın uzantısı gibi. Bizim yerimize bir çok işi bu aygıtlar üstlenmeye başladı. Biz aklımızda tutmuyoruz, onlar akıllarında tutuyor; etkinlikleri onlar bize hatırlatıyor; dışarı çıkıp arkadaş aramamıza gerek kalmıyor, onlar yeni arkadaşları önümüze getiriyor; tanıdıklarımızla iletişimimizin 7 gün 24 saat sürmesini sağlıyor; canımızın sıkılmasına asla izin vermiyor, sürekli yenilenen oyunlarla, yükleyebileceğimiz yeni uygulamalarla bizi hep eğlendiriyor; kendimizi istediğimiz şekilde sergilememize izin veriyor.

     Bundan bir süre öncesine kadar insanların davranışları ağırlıklı olarak “süperego/ kurallar, yapılması gerekenler, yasaklar” tarafından yönlendirilirken şimdilerde “id/ dürtüler, istekler, arzular” tarafından yönlendiriliyor sanki. Süperego, yani annenin ve babanın kuralları giderek çocuğun hayatında daha az yer kaplıyor, içselleşmiyor. Bunda anne ve babanın çocuğu üzme kaygısının ve “demokratik” olmasının da büyük payı olduğunu belirtmek gerekir. Hemen kavuşma, canı ne istiyorsa onu yapma, beğendiğini yapıp beğenmediğini yapmama gibi. Bu biraz da post-modern toplum anlayışıyla yerleşen bir tavır. “Anı yakalamak” vurgulandıkça insanların kendilerine verdikleri önem artmaya başlıyor; kendilerine sunulan hayatın her anını tatmin duygusuyla doldurmaları gerekiyor sanki. Dürtüsellik giderek normalize oluyor. İçimizdeki kötücül yön, karşıda bunu durdurabilecek unsurlar azalıp zayıfladıkça daha belirgin oluyor; “sanal zorbalık” bir çok çocuğun ve gencin yaşamını karartıyor, küfürle konuşma giderek yaygınlaşıyor.

     Bir bebek işlenmesi ve geliştirilmesi gereken yedi duyu ile dünyaya geliyor: Görme, işitme, dokunma, koklama, tad alma, mekan içinde yönelme ve bedeninden gelen tepkileri anlamlandırabilme. Bebek için bunları geliştirmek kadar, değişik duyu organlarından gelen verileri birleştirebilmek de önemli. Örneğin sesini duyduğu bir şeyin yerini arayıp bulmak gibi. Oysa ekran çocuğun sadece görme ve işitme duyularına hitap ediyor. Son araştırmalar, çocukların koku duyuları körleşirken görme duyularının geliştiğine işaret ediyor.

     “Multitasking/Aynı anda bir çok işi yürütme”, hızlı yaşam düzeninde övünülerek bahsedilen bir beceri olsa da, blilmsel araştırmalar bunun aslında olanaksız olduğunu gösteriyor. İnsan beyni aynı anda bir çok işi yürütmeye göre değil, işleri peşpeşe yapmaya göre programlanmıştır. Dolayısıyla aynı anda yapılıyor gibi görünen bir çok iş aslında birbirinin zamanından ve kalitesinden çalarak yapılıyor. Beyne sunulan verilerin önbellekte işlenmeye ihtiyaçları var, ancak genellikle hızlı very akışından buna fırsat olmuyor ve bunun sonucunda “Google effect/Google etkisi” ortaya çıkıyor: “Nasıl olsa Google’da bulurum, akımda tutmama gerek yok!!” İnsanların uzun metinleri okuma ve anlama becerisi de giderek daha kısıtlı bir hale geliyor.

Annelik işlevleri ve elektronik aygıtlar

     Anne-çocuk ilişkisi, hiç şüphe yok ki, insanın ruhsallığının oluşumunda rol oynayan en önemli unsurlardan bir tanesi, ancak bu yazının çerçevesi içinde bu ilişkiyi tüm boyutları ile ele almak olanaksız.

     Annenin en önemli işlevlerinin başında “dönüştürme” ve “kapsama” geliyor. Dönüştürme işlevi, çocuğun başından geçen bir olayı annenin onun taşıyabileceği bir şekilde çocuğa aktarması olarak tanımlanabilir. Özellikle söz öncesi dönemde, annenin çocuğun içinde bulunduğu durumu kavraması, olayı yumuşatması ve tekrar çocuğa iletebilmesi çok büyük önem taşıyor ve bunun oluşabilmesi için, annenin çocuğun durumu hakkında fikir yürütmesi gerekiyor. Annenin dünyayı çocuğa nasıl aktardığı, çocuğun zihninde kendisi ve kendi dışında kalan dünya hakkında fikir oluşturmasını sağlıyor. Annenin çocuğu yatıştırabilmesi, sakinleştirebilmesi de çok gerekli. Çocuğun kendi kaygılarını taşıyabilecek, onlara dayanabilecek ve kendisini sakinleştirebilecek birisine ihtiyacı var. Çocuk dış dünyayı annenin yüzüne bakarak izliyor ve anlamlandıyor. Kaygılı, donuk ya da öfkeli bir anne yüzü, çocuğun kendisini böyle bir aynada görmesine neden oluyor. Çocuk annenin yüzündeki yansıması üzerinden bir kendilik algısı oluştuyor. Aynada mutluluk, heyecan, neşe, anlayış, huzur yoksa, çocuğun bu özellikleri içselleştirmesi zor. Sürekli kaygı izleyen bir çocuğun kaygılı olması, kendiyle ilgili şüpheler oluşturması son derece doğal. Kaygısı yükselen çocuk bu kez somut nesnelere tutunmaya, sürekli hareket içinde olmaya ihtiyaç duyuyor. Anne-babalar da çocuğu oyalamak adına sürekli değişik etkinlikler yaratarak bu durumu pekiştirmiş oluyorlar. Yalnız kalmak, kendisiyle ilgili bir çok kaygı veren düşünceyle yüzleşmek anlamına geliyor. Bu çocuklar sürekli eylem ihtiyacı duyduklarından dışarıdan bakıldıklarında “hiperaktif” olarak da değerlendirilebiliyorlar.

     Çocuğun bir diğer ihtiyacı da kendisi için önem taşıyan yetişkinlerin zihninde bir yer sahibi olmak; o yetişkinle bir arada değilken de, yetişkinin kendisini düşündüğünü bilmek çocuk için hem rahatlatıcı hem de kendilik algısının bütünlüğü açısından önemli. “Annem beni görmediğinde ben var mıyım yok muyum?”

İnsanların temel ihtiyaçları aslında hiç değişmiyor. Değerli olduğunu hissetmek, sevilmek, kapsanmak, ait olmak…

     Bugünün toplumunda herkesin gündemi çok yoğun. Yetişilmesi gereken yerler, gerçekleştirilmek istenen hayaller. Çocuklar için de en iyisinin yapılması. Burada sorulması gereken soru “En iyisi”nin ne olduğu. Bu sorunun cevabı genellikle etkinlikler ve beceriler üzerinden tanımlanıyor. Zamanı en etkin, en verimli şekilde kullanmak. “Amaçsızlığa” zaman kalmaması. Kaygılı, gergin yetişkin yüzleri. Çocukla iletişim içindeyken zihinden parallel olarak geçen üç-beş düşünce daha. Her şeyin planlanması gereği. Elektronik aygıtların tam da bu dönemde böyle bir patlama yaşaması tesadüf olabilir mi?

     Narsistik kişilikler giderek daha çok karşımıza çıkıyor. Nedir bu kişilik yapısının özellikleri? Kendini çok değerli bulma, kendine yönelik olma, gerçekliği kendi işine gelecek şekilde algılama, büyüklenmecilik, hızlı oluşturulmuş yüzeysel arkadaşlıklar ve en derinde çok kırılgan olmak. Çocuklara bir yandan çok değerli oldukları söylenirken bir yandan yapmaları ya da daha iyi yapmaları gerekenler hatırlatılıyor. Gençler kendilerini neredeyse aralıksız olarak bir jürinin önündeymiş gibi hissediyorlar, ancak bu durumu sorgulamak yerine o jürinin taleplerine uygun davranmak için zorluyorlar kendilerini. Bir tür “yetmeme ve yetinememe” hali. Kişinin hayatında bir kaç kişi yeterli olmuyor; bir kişinin ilişkiden tatmin olması için, ilişkinin yüzeyselleşmesi pahasına etkileşimde bulunulan kişi sayısının giderek artması gerekiyor.

Korkulan sözcük “duygu”

     Çocuklar artık dijital bir ortama doğuyorlar. Onlar bir kaç kuşak öncekiler gibi “dijital mülteci” değiller. Onlar “dijital yerli”ler. Bir nevi “Ekran Ana Kuşağı” da denilebilir onlar için. Ancak, ekran ana onlara nasıl bakıyor? Çoğu çocuğun “bakıcı”ları var. Bu bakıcılar onlara nasıl bakıyor? Çocuklar o yüzlerde kendilerine dair neler görüyorlar? Bir çocuk içinde kaç ayna taşıyor? Çocuklar önce ekrana bağımlı olup sonra mı anneyi içselleştiremiyorlar yoksa zaten anneyi tam içselleştirememiş çocuklar mı ekrana bağımlı oluyor? Bu soruların net bir yanıtını vermek çok zor. Ancak, çocuğun ihtiyacı olan bir çok işlevi artık ekranların, üstelik yalnızca görülen ve duyulan, diğer hiç bir duyu organına hitap etmeyen ekranların üstlendiğini söylemek mümkün. Bu çocuklar kendilerini ekran üzerinden yatıştırıyorlar, ekranda yansıyan kişi ya da oyunlarla etkileşime geçiyorlar. Kendi sınırlarını belirlemekte çok zorlanıyorlar, sınırları kimi zaman fazla geçirgen kimi zaman da fazla kalın olabiliyor; ekran üzerinden gelen her türlü uyarandan çok fazla etkilenebiliyorlar, ancak bunu ekran karşısında değil, yalnız kaldıklarında dışa vurabiliyorlar ya da hiç bir şeyi içlerine almayıp beğenmedikleri bir şeyle karşılaştıklarında ekranı kapatıveriyorlar.

     “Aç-kapa/ Bir var-bir yok. Var mı yok mu?”. Ekranla birlikte kişilerin süreklilik duygusu da yok olmaya başlıyor. Yaşam film karelerine dönüşüyor, bu kareleri birbirine bağlamak, nedenleri-sonuçları üzerine düşünmek için sanki kimsenin zamanı yok. Sadece içinden geçiliyor hayatın. Yaşam giderek bir ikililik üzerine oturuyor: “İyi-kötü/ Beğendim-beğenmedim/ Görülüyoru-görülmüyorum/Varım-yokum/Güzel-çirkin”

     Bu çocukların kaygıyla baş etmeleri, duygularının farkına varmaları, duygularını dengelemeyi öğrenmeleri nasıl mümkün olacak? Dünya varolduğundan beri kaygı düzeyi hiç bu kadar yüksek olmamıştı. Dünyada en çok satılan ilaçların başında anti-depresanlar geliyor. Ekran hem kaygıyı yatıştıran hem de kaygıyı çok yükselten bir işleve sahip. Bir oyun oynarken, sosyal medyada paylaşımlarda bulunurken kişiler sürekli bir başarma ve iyi olma kaygısı yaşıyorlar. “Kaç beğeni aldım? Takımdan atılır mıyım? Bugün bir şey paylaşmazsam insanlar beni unutur mu?” Yetersizliğe tahammül yetisi gelişmediği için sürekli kendini yetersiz ve eksik hissetme hali. Dolsyısıyla ekranla daha çok zaman geçirme. Bir kısır döngü. Sınırlanmaya tahammül edilemiyor. Ekran başındaki hakimiyet küçük yaşlardaki “tümgüçlülük” fantazilerini tetikliyor.

     Araştırmalar, internetin insanın empati yeteneğini de körelttiğini gösteriyor. İnsanların sözel olmayan mesajları, beden dilini anlama yetileri internette geçirilen zamanla ters orantılı. İnsanlar karşılarındaki kişinin duygularını, ruh halini, yaralarını, korkularını, sevinçlerini sezmekte zorlanıyorlar. İfadeler basitleşiyor, bir çok duygu ve düşünce emojilerle ifade ediliyor. Kişilerarası ilişkiler giderek “şeyleşiyor.” İnsanlar karşılarındaki kişide yarattıkları etkiyi farkedemiyorlar. Öte yandan, bu becerileri zaten zayıf olan kişiler internette daha çok zaman geçiriyor da olması da bir olasılık.

Paralel yaşamlar/ İkililik

     Ekranla haşır neşir olan herkes en azından bir ikililik kimi zaman da bir “çokluluk” halinde. Kişi neredeyse her yaptığını ekran üzerinden paylaşma ihtiyacı duyuyor. O eylemin içindeyken paralellik başlıyor; “Arkadaşımla sahilde yürüyorum, hemen resim çekip sosyal medyada paylaşayım!” Burada dikkat eylemde mi paylaşımda mı? O sırada anın içinde bulunmak mı önemli insanların buna nasıl tepki göstereceği mi? Görülmek, başkalarının gözünde olma ihtiyacı çok derin olduğunda belki de paylaşımların sayısı artmaya başlıyor? “Herkes Facebook’ta çünkü herkes facebook’ta”.

    Ben ve benim temsilim. “Ben” kim? Kaç tane temsili var? İnternet ortamında istediğiniz sayıda ve çeşitte kimlik yaratabilirsiniz. Bu neredeyse “çoklu kişiliğe” doğru gitmekte. Zihnin büyük bir bölümü “gerçek” ile “sunulan”ı kotarmaya ve yönetmeye ayrılıyor. Bu kadar kimliği birarada tutacak olan eksen nedir? Kişi bu yüzleri yönetmekte zorlandığında ne olacak? Sadece ekranı kapatmak yeterli gelecek mi? Özellikle gençlerin kendilerine özgü bir kimlik oluşturmaları hiç bu kadar zor olmamıştı. Varolduğunu, algılandığını hissedebilmek adına giderek daha orijinal, daha dikkat çekici şeyler yapmaları gerekiyor. Bir çok gencin ekran karşısında değilken, orada yaşadıkları nedeniyle, büyük hüzünlere gömüldüğü, hatta kendilerine zarar verdikleri biliniyor. Araştırmalar kendilerini yalnız hisseden insanların Facebook’ta daha çok zaman geçirdikleri de gösteriyor.

     Bir işle meşgulken sosyal medyada neler olduğunu merak etmek de bir diğer ikililik. “Ben buradayım, ama acaba neler kaçırıyorum? Nelerin dışında kalıyorum? Bu benim konumumu nasıl etkiler?”

    Olaylar, yaşananlar üzerine düşünmek, o konuda bir fikir, bir bakış açısı oluşturmak. Konuya bir mesafe kazanıp o konuyla ilgili kendi yorumlarımızı oluşturabilmek. Bu beceri kişinin bir iç dünyasının oluşmasını, fikir üretmesini, yaratıcı olmasını sağlar. Ekran hakimiyeti ile birlikte bu beceri giderek kısırlaşmaya başlıyor. Herkes başkasının ne söylediğine bakıyor, o fikirleri kendine uyarlamaya çalışıyor. İç dünyanın zenginliği yerine standartlaşmasından söz etmek mümkün. İnsanlar kendilerini ifade edemiyorlar. Kapsamlı sözel ifadeler yerine emojiler’e, “Aynen”lere, videolara, fotoğraflara başvuruluyor.

     Ekrandan uzak kalabilen kişiler, yaratmaya fırsat buldukları için internette sunulan uygulamaları yaratıyorlar ve insanları peşlerinden sürüklüyorlar. “PokemonGo”nun yaratıcısı pokemon arıyor mu? Büyük ihtimalle hayır. Silikon vadisinde çalışan insanlar çocuklarının ekran başında vakit geçirmeleri yerine elleriyle bir şeyler yapmalarını doğru buluyorlar, zira elle çalışmak, beynin bir çok merkezini aynı anda çalıştırıyor ve kişilerin yaratıcılığını arttırıyor. Bunun dışında hata yapmanın önemini vurguluyorlar. Hata yapmak kişiyi daha yaratıcı yapıyor. Şu anda hayatımızı değiştirmiş olan bir çok buluşun bir hata sonucu ortaya çıktığını unutmamak gerekiyor.

     Ekran yeni tipte bir “mahalle baskısı” da yaratıyor. Özel alanı oluşturmak ve korumak giderek zorlaşıyor. Kişiler yaptıklarını gizlemekte zorlanıyorlar, sürekli bir “hesap verme” durumundalar. Bu kimi zaman görünmez olarak, kimi zaman takma isimler kullanarak kimi zaman da yaratıcı yalanlara başvurarak aşılmaya çalışılıyor. Artık “sınırsız temas” söz konusu. Dolayısıyla, belki de bundan sonra sosyal ilişki değil de kendini geride tutabilme becerisi daha makbul olacak.

     Son dönemlerde konuşulan konulardan bir tanesi de “internet adabı”. Bir kişiye bir mesaj iletmek istediğinizde bunu e-posta üzerinden mi, kısa mesajla mı yoksa whatsapp üzerinden mi yapmalısınız? Hangisi daha uygun olur? Bu çok yeni bir gündem olduğu için herkes kendine göre bir takım doğrular oluşturuyor.

İnternet bağımlılığı

    Bağımlı olmanın belirtileri nelerdir? Kontrolü kaybetme, bırakmak isteyip bırakamama, tatmin olmuş hissetmek için dozu sürekli arttırmak, maddeye ulaşamayınca agresif ya da depresif olmak, hayatın en azından bir alanının olumsuz etkilenmesi. Bağımlı kişilik yapısının belirtileri nelerdir? Dürtüsellik, enegellenmeye tahammülün olmaması, duygularla baş edememe ve kendilik değerinin düşük olması.

    İnternetin yukarıda belirttiğimiz noktalar dışında, bir ölçüde de olsa bağımlı kılmasının nedeni aralıklı pekiştirme mekanizması. Arada bir “gözde” olmak, her hareketin değil bazılarının tepki alması. Aralıklı pekiştirme, kişiyi bir konuya bağlı kılmak içim en etkili pekiştirme yöntemi; ödülün ne zaman geleceği bilinmediği için kişi o konudan ayrılamıyor.

    İnternet bağımlılığının da pek yakında resmi olarak tanımlanması bekleniyor. Ancak internet kullanıcıları arasında “bağımlı” olarak tanımlanabileceklerin sayısı bugünkü araştırmalara göre %2’yi geçmiyor.

İnternetin yararları yok mu?

     İnternet, hiç şüphe yok ki bu noktadan sonra vazgeçilebilir bir şey değil. Kaldı ki, yaşamımıza kattığı sayısız olumlu yön de var. Örneğin, Facebook sayesinde bir çok tanıdığımızın, özellikle de ikinci derecede tanıdıklarımızın yaşamları hakkında fikir sahibi oluyoruz ve onlarla ilişkimizi sürdürüyoruz. Her an yakınlarımıza ulaşabilmek ve onların da bize ulaşacağını bilmek bizi güvende hissettiriyor. Bir çok konuyu internetteki çeşitli sitelerde araştırıp bilgi edinebiliyoruz. İnsanlara gerçekten yarar sağlayan bir çok uygulamayı indirmek mümkün. Kronik hastalıklarla ilgili olarak geliştirilmiş olan bir çok uygulama, kişiyi hem hastalığı hakkında bilgi sahibi yapıyor hem de ilaçlarını düzenli kullanmasını sağlıyor. İnternet sayesinde yabancı dil öğrenmek kolaylaşıyor. Banka işlemlerinizi anında gerçekleştirilebiliyor. İstenilen müziğe ve filme ulaşılabiliyor. Bir çok alanda aynı zevki ya da görüşü paylaşan insanlarla biraraya gelinebiliyor. Bir çok konuda dayanışma yaratmak üzere insanlarla bir haberleşme ağı yaratılabiliyor.

     İnternet üzerinden psikoterapi de tartışılan, araştırılan bir konu. Skype üzerinden yapılan terapi görüşmelerinden ya da bir takım paket programlardan yararlanılabileceği gibi, kişiyi depresyonundan çıkarmak üzere hazırlanmış olan uygulamalar da telefona indirilebilir.

Ne yapmalı?

     İnternetten vazgeçmek mümkün olmadığına göre, anahtar sözcük “dengeyi sağlamak”. Burada işin büyüğü anne ve babaya düşüyor. Çocuğun hayatındaki dengeyi sağlamak onların görevi. Çocuğun hayatında “analog” alanlar mutlaka olmalı. Aileyle geçirilecek zaman, sorumluluklar, arkadaşlarla geçirilecek zaman, kendi başına oyun yaratma, açık havaya çıkmak, özbakım, uyku, spor, hobiler ve ekran.
Yetişkinler için ise “dijital diyet ya da oruç” öneriliyor. Gün içinde sadece belli bir zaman aralığında internette ve/veya sosyal medyada olmak gibi.

Aynamız, boşluğumuz, aklımızın ve ruhumuzun uzantısı, yardımcımız…Evet, internet neyimiz oluyor gerçekten?



Kaynakça:

Hecht, M. (2010). Die neue Unentrinnbarkeit. Psychologie Heute. 10, 74-79. Hecht, M. (2015). Das Netz macht uns zu Rüpeln. Psychologie Heute. 07, 64- 67. Luerweg, F. (2015). Der 24-Stunden Therapeut. Psychologie Heute, 10, 60-65 Luerweg, F. (2016). Digitale Potenz. Psychologie Heute, 03, 70-75. Luerweg, F. (2016). So viele Nachrichten, OMG!. Psychologie Heute, 07, 28- 32. Pfersdorf, S. (2014). Das Ego-ganz besoffen von sich selbst. Psychologie Heute, 09, 66-69. Pörksen, B.& Detel, H. (2012). Der digitale Pranger. Psychologie Heute. 08, 30-33. Schlesinger-Stoll, M. (2014). Psychotherapie am Monitor. Psychologie Heute, 01, 44-49. Schwertfeger, B. (2016). Googelst du schon oder denkst du noch?. Psychologie Heute, 03, 58-63. te Wildt, B. (2015). “Das Internet ist klasse, aber alles andere als harmlos”. Psychologie Heute, 06, 46-49. Wilkens, A. (2015). “Analog steht für Lebenqualitaet”. Psychologie Heute. 12, 12-15. P.S: Başlık için Sn. Bora Ercan’a teşekkürler