Özel Beyaz Bireysel Gelişim ve Aile Danışma Merkezi - 0212 231 6112 / 0532 201 4180

 

 

            Nerede duracağını bilmek, nerede duracağını bilen kişi olmak her zaman olumlu bir kişilik özelliği olarak düşünülür. Nerede duracağını bilen kişi, başkalarının sınırlarının ve özgürlük alanlarını gören ve bunlara saygı duyan kişidir, nerede, nasıl konuşulacağını bilir, hangi durumda ne söyleneceğini kestirir. Nerede duracağını bilmek ne demektir? O yer neresidir? Neden durulur? Nasıl durulur? Durmak nasıl öğrenilir? Bu yazıda, konuyu anne-babanın duracağı yeri bilmesi ile çocuğun duracağı yeri bilmesi bağlamında ele almaya çalışacağım. Ama konuya önce biraz daha geniş bir açıdan bakalım.

 

Durmak deyince akla ilk olarak bir çizgi, bir sınır geliyor. Ötesine geçmenin uygun olmadığı bir sınır. Bu sınırın ötesine geçmenin uygun olup olmadığı nasıl öğreniliyor, nasıl anlaşılıyor?

 

Bir an durup dünyamıza bakalım. En belirgin ayırım denizler ve karalar arasında. Karanın kuralları başka, denizin kuralları başka. Balıklar deniz kıyısına kadar geliyorlar, ancak karaya çıkıp yürümeye çalışmıyorlar. Bir zürafa da okyanusu geçmeye çalışmıyor. Karalar ve denizler, ülkelere, ülkeler şehirlere, şehirler semtlere, semtler mahallelere bölünüyor. Mahallelerde evler, evlerde odalar var. Bu sınırların ille de siyasi sınırlar olması gerekmiyor. Bu bölünmeler, sınırlarla oluşuyor ve düşünmemizi kolaylaştırıyor. İnsanlar, bu şekilde bir aidiyet duygusu geliştiriyorlar; kişilerin kendilerini tanımlamaları kolaylaşıyor. Bu sınırların içinde kültürler oluşuyor. Hint kültürü, Osmanlı kültürü, mahalle kültürü, bizim ailenin kültürü gibi. Bir sınır içinde olan biteni başka sınırlar içinde olan bitenle karşılaştırabiliyoruz. Ait olduğumuz kültür aynı zamanda kendilik tanımımızın önemli bir ögesini oluşturuyor. Bu konuya Avrupalılar şöyle yaklaşıyor, Çinliler de şöyle diyebiliyoruz. Sınırlar konusunda anlaşmazlıklar ise genellikle çatışmayla, savaşla sonlanabiliyor.

 

Mekânsal sınırların yanında zamansal sınırlar da var. Zamanı dilimlere ayırmak da hayatı algılamamızı, hatırlamamızı, planlamamızı kolaylaştırıyor. Sabah kalkıp işe ya da okula hazırlanmak, hafta sonları için planlar yapmak gibi.

 

Pandemi döneminde, uzun bir süre evlerimizde kaldık. Zaman ve mekanların ayırdığı hayatlarımız birbirine karıştı. Aile bireyleriyle, aynı zaman dilimlerini aynı mekanlarda paylaştık. Kişisel alanlarımız daraldı. İç ve dış ayırımı ortadan kalktı. Evin dışıyla bağımız azaldıkça, kural algımız değişti. Örneğin, daha rahat kıyafetler seçmeye başladık. Ev ve iş aynı mekânda olunca, iki alanın işlerini aynı anda yapar olduk. Zaman ve mekânla sınırlanmış olan rollerimiz üst üste bindi. Aynı anda hem iş kadını hem anne hem eş olundu. Bu durum başlarda bize ilginç gelse de bir süre sonra tahammül edilebilir olmaktan çıktı. Kendimize özgü alanları, bu alanlar arasındaki geçişleri özlemeye başladık.

 

Sınırlar, sadece zaman ve mekânla sınırlı değil elbette. Kişiler arası sınırlar, “ben ve öteki”, kişinin kendi sınırlılıkları, yeterlilikleri ve yetersizlikleri de önemli durma noktaları…

 

İnsanların herhangi bir nedenle bir araya gelip oluşturdukları bir toplulukta bir süre sonra, kişiler arasında bir hiyerarşi oluştuğu bilinir. Örneğin bir sınıf toplantısını ele alalım. Bir süre sonra, bu veli grubu içinde yer alan bazı veliler lider konumuna diğer veliler de takipçi konumuna geçer. Daha sonra da bu grubun kuralları oluşmaya başlar. Kimi kişi başkan olur, diğeri sayman, diğeri denetçi. Sonra da o grubun içinde nasıl davranılacağına dair kurallar belirir.

 

Sınırlar, kuralları da beraberinde getirir. Kurallar, kişinin kendisiyle ilgili olarak uyulmasını istediği kurallar olabileceği gibi, o insan topluluğuna özgü kurallar da olabilir. “Benimle bu şekilde konuşmanı istemiyorum.” “Bu ibadet yerine girerken şu şekilde giyinmek gerekir.” “Trafikte kırmızı ışıkta durmak gerekir.” “Kutuplara gidiyorsan uygun bir kıyafetin olmalı.” “Noktadan sonra büyük harfle başlamak gerekir.” Kurallar, belli bir düzenin oluşmasını sağlar. Yazılı olan ve olmayan kurallar, kişilerin her an bir konuyu müzakere edip bir sonuca varmaları yerine daha hızlıca hareket etmelerine yardımcı olur. Örneğin trafikte kurallara her gün yeniden karar vermek, bunun için her şoförün diğeriyle tartışması, büyük bir karmaşaya neden olur. Kurallar aynı zamanda kuraldışı olanı da bize gösterir. Üç yaşındaki çocuklar bile basit bir oyunun kurallarını anlayabilir ve kurala uyulmadığı zamanları fark edebilirler.

 

Kurallar kesinlikle değişmez değildir, hatta ara ara üzerlerine düşünüp hâlâ işlevsel olup olmadıklarına bakmak gerekebilir. Kuralın da kuralları değiştirmenin de bir anlamı olması önemlidir. Keyfi ve anlamsız kurallar kişinin nerede duracağını kavramasını zorlaştırabilir. Örneğin, iki yaşında geçerli olan gece yatma rutini 12 yaşında geçerli olamaz. Çocuk dört yaşındayken tüm eşyaları anne-babanın denetimi altındadır, ancak 14 yaşındaki bir çocuğun eşyalarını ondan izinsiz karıştırmak çok da uygun değildir. Öte yandan, çocukların da sürekli anne-babanın konuşmalarının içinde olması, her konuda fikir belirtmesi arzulanmaz.

 

Anne-babalar, kurallara uymayı nasıl öğrendi? Anne-babanın kural algısı nedir? Kurallara uyup uymama konusunda ne düşünüyorlar? Örneğin trafik tıkalıysa emniyet şeridinden gitmek onlar için uygun mu? Bir kuyrukta aradan öne geçmek onlar için normal mi? Kimse görmediği zaman yere çöp atıyorlar mı? Yetişkinler olarak anne-babaların uymaları gereken kural sayısının çocuklardan çok daha fazla olduğunu düşünebiliriz. Bu kuralların ne kadar içselleştirilmiş kurallar ne kadarı kötü bir sonuçla karşılaşmamak için uyulan kurallar?

 

Kişi, ilk olarak ne zaman bir kurala uymak zorundadır? Zaman zaman çok küçük bebeklerin de tahammül etmek zorunda kaldıkları konular olabilir, örneğin acıktığında maması için beklemesi gerekir. Çocuk yürümeye başladığı zaman bedeninin sınırlarıyla karşılaşır. Bedeni onun alıp başını gidebilmesine engeldir, tökezler, düşer. Bir yere çarpar, durmak zorunda kalır. Daha uzun ayakta kalmak için bir yere tutunması gerektiğini anlar. Daha sonrasında çocuk bedenine hâkim olur, ancak her istediği yere erişemeyeceğini, her gördüğü nesnenin oyuncağı olamayacağını görür. Onu durduran yetişkinler vardır. Üstelik bu dönemde, o zamana kadar rahatça bedeninden atabildiği katı ve sıvı maddelerin tuvalet denen bir yere bırakılması gerektiği kendisine dayatılmaktadır. Hazzın karşısındaki ilk medeniyet baskısıdır tuvalet eğitimi. İki yaşından itibaren çocuk her istediği yerde her istediği şeyi yapamayacağını öğrenmeye başlar. Bu kurallar, çocuk ve diğerleri arasına bir sınır da koyar. Artık “ben ve öteki” vardır. Bu dönem, çocuğun kurallara karşı tutumunun belirlenmesi açısından çok önemlidir.

 

Erickson, bu dönemi “özerklik kazanma veya utanma ve kendinden şüphe duyma” ekseni üzerinden tanımlar. Çocuğun çoğu şeye “Hayır” ve “Ben” dediği bu dönemde, tek tek olaylara odaklanmak yerine çocuğun bu dönemden nasıl çıkacağına odaklanmak önemlidir. Sürekli engellenen ya da her işi onun yerine yapılan çocuk bu dönemden rezil olma korkusu ve kendinden şüphe ederek çıkar. Sanki herkesin gözü onun üzerindedir. Yeni şeyler denemek onun için ürkütücü olabilir. Bu dönemden sınırlarını fazla dar ya da fazla geniş çizmiş olarak çıkmak, çocuğun kendilik algısını yanlış bir zemine oturtur. Öte yandan, kendisine, yaşına ve becerisine uygun olarak inisiyatif verilmiş, göz-kulak olunmuş, ayrışmasına izin verilmiş çocuklar kendilik algılarını çok daha sağlam ve gerçekçi sınırlar içinde tutabilirler. “Asansörde boyumun yettiği düğmeye basabilirim. Ayakkabımı bağlamak için annemin yardımına ihtiyacım var. Poğaçamı kendim yiyebilirim.” gibi.

 

Bir sonraki dönem ise “inisiyatif kullanma/karar alma veya suçluluk hissetme” olarak tanımlanabilecek dönemdir. Bu dönem sonunda çocuğun bir karar almadan önce düşünebilmesi, kararlarının sonuçlarının neler olabileceğini deneyimleyebilmesi, hataların da ötürü aşırı suçluluk hissetmemesi amaçlanır. Çocuk deneme-yanılma süreçlerinden keyif alabilmeli, aynı konuya farklı bakış açılarıyla yaklaşılabileceğini öğrenebilmelidir.

 

Çocuk, yavaş yavaş hayatın haz ilkesi çevresinde dönmediğini, gerçeklik ilkesinin de var olduğunu kavramaya başlar. Çocuğun “hayat becerileri dağarcığı”na katması gereken bazı beceriler vardır. Bu becerileri şu şekilde özetleyebiliriz:

 

  • İstenmeyen durumlara katlanabilme: Bazı şeyleri yapmak zorundayızdır. Örneğin salıncakta sallanmak istiyorsak, ancak salıncağın önünde kuyruk varsa, sıramızı beklemek zorundayızdır. Ertesi güne bir sunumumuz varsa, onu yetiştirmek zorundayızdır.
  • Keyif alınan bir durumu bırakabilme: Çoğu kişi, keyif aldığı bir işi bırakıp daha az keyifli ya da keyif vermeyen bir işe geçmeyi istemez. Örneğin oyunu bırakıp ödeve oturmak, arkadaşın evinden eve gelmek, televizyonu bırakıp yatmak gibi. Ancak, hayat içinde bu geçişler kaçınılmazdır.
  • Vazgeçebilmek: Kimi zaman seçim yapmamız gerekir. Bu seçim diğer seçenekten vazgeçmek anlamına gelir. Örneğin oyuncakçıda topu seçiyorsak kamyondan vazgeçmek zorundayızdır. Sinemada patlamış mısır alıyorsak şekerden vazgeçeriz.
  • Başkasının alanına saygı duyma: Kimi zaman da başkasının alanı bizim durma sınırımız olur. Örneğin, arkadaşımızın annesi izin vermiyorsa o gün arkadaşımızın evine gidemeyiz. Arkadaşımız tostunu bizimle paylaşmak istemiyorsa tost yiyemeyiz. Site görevlisi, çiçekleri koparmamamız için bizi uyarıyorsa o çiçeği koparamayız.
  • Uzlaşabilmek ve taviz verebilmek: Kimi zaman, karşıdaki kişiyi memnun etmeye değer bulmak ve konuyu tırmandırmaya değer bulmamak da kişinin durmasını sağlar. Israr sonucu elde edilecekler ve kaybedilecekler bir teraziye konur ve “Değer mi değmez mi?” muhasebesi yapılır. Sadece kazanmış olmak için “kazanmak” anlamını kaybeder.
  • Kendini yatıştırabilme: Kişinin kendi kendini sakinleştirmeyi, yatıştırmayı öğrenmesi son derece önemlidir. “Evet, bu durum hiç mi hiç hoşuma gitmedi, ama şu an yapabileceğim bir şey yok. Onun için şu an bununla yetinmeliyim. Bunu yapamıyorum ama şunu yapabilirim. Oyalanmadan ödevimi bitirirsem, belki biraz daha oyun oynayabilirim. /Bugün oyun parkından sonra arkadaşıma gidemedim, üzüldüm, ama ben de annemle hamur oynayabilirim.”

 

Burada Walter Mischel’in geliştirdiği ünlü Marshmallow Testi’nden kısaca bahsetmek uygun olabilir: Araştırmacılar 4-6 yaş arasındaki çocukların önüne sevdikleri bir yiyecek bırakırlar. Sonra da çocuklara dışarıda kısa bir işleri olduğunu, kendileri dönene kadar yiyeceklerini yemezlerse döndüklerinde aynısından bir tane daha kazanabileceklerini söylerler. Burada önemli olan etken çocuğun kendini ne kadar kontrol edebildiğidir. Bekleyebilen çocukların ileriki yaşlarında, akademik olarak daha başarılı, sosyal becerileri daha kuvvetli ve daha az bağımlılık geliştiren çocuklar olduğu bulunmuştur. Bu deney, yıllar sonra da tekrarlanmış ve benzer sonuçlara rastlanmıştır. Ancak, artık tatmini erteleme sadece bir kişilik özelliği olarak ele alınmamaktadır. Çocukların gelir durumu ve yetişkinlere olan güvenleri de zevkin ertelenmesinde önemli rol oynamaktadır.

 

Çocuğun nerede duracağını bilmesi, anne-babalarının onların hayatlarında nerede durdukları ile yakından bağlantılıdır:

 

  • Anne-babalar, çocuklarının keyfi kaçtığında ya da çocukları kaygılandığında kendileri de kaygılanmaya, hatta korkmaya başlayabilirler. Bu da durumu daha da içinden çıkılmaz bir hale sokar. Keyfinden ödün verdiği için ya da istediği bir şey yerine gelmediği için huysuzlanan bir çocukla uğraşmak gerçekten çok zor olabilir. Böyle bir durumda hem anne-babanın hem de çocuğun nerede duracaklarını öğrenmeleri gerekir. Anne-baba, çocuğu sürekli ikna etmeye çalışıp konunun çözüme ulaşacağı süreyi uzatıyor olabilir. Çocuğa konuyu açıklamak, neden böyle bir karar verilmesi gerektiğini ona anlatmak şüphesiz ki gereklidir. Ancak çocuğu ikna çabaları uzadıkça konuşmanın odağı kaybolur ve iş bir güç mücadelesine dönüşebilir.
  • Anne-babanın, uyulması istedikleri kurala inanmaları, o kuralın ya da talebin anlamlı olduğuna dair bir tereddüt yaşamamaları önemlidir. Kural herkes için anlamlıysa, uygulamaya koyması da kolay olur.
  • Kimi zaman anne-babanın çocuğa sadece sözel talimatlar vermek yerine ona sakince eşlik etmeleri istenen etkiyi yaratabilir. Örneğin çocuğa defalarca diş fırçalamanın yararlarını anlatmak yerine, akşam ona sakince eşlik etmek, onunla birlikte diş fırçalamak konuyu çok sıradan bir hale sokabilir.
  • Anne-babanın çocuğun itirazları karşısında hemen taviz vermesi, hemen öfkelenmesi, işleri kendilerinin yapmaya başlaması çocuğun gözünde hem konunun değerini yitirmesine yol açar hem de anne-babanın çocuğun gözündeki saygınlığı azalır.
  • Anne-babanın çocuğa nasıl bir model oldukları söylenen sözlerden çok daha belirleyicidir.
  • Anne-babanın verdikleri sözleri tutmaları da çocuğun zevki ertelemesinde önemli bir etken olarak bulunmuştur.
  • Bir başka önemli etken de çocukların davranışlarının sonuçlarını gözlemleme fırsatı bulmalarıdır. Örneğin çocuğun görevi masaya ekmek getirmekse ve getirmemişse, yemekte ekmek olmaz. Bu durumlar hemen anne-baba tarafından telafi edildiğinde çocuk yaptıklarının ya da yapmadıklarının bir anlamı olmadığını öğrenir.
  • Kimi zaman çocukla birlikte kararlar almak, çocukların da kararlarda söz sahibi olmalarını sağlamak kuralların uygulanabilirliğini artırır.

 

Kişinin nerede duracağını bilmesinde bir başka önemli boyut kişinin ahlak kavramıdır. Ahlakın nasıl geliştiği ile ilgili olarak birçok değişik kuram olmasına karşılık en genel geçer kuramın Kohlberg tarafından geliştirildiğini söyleyebiliriz. Kohlberg, ahlak kavramının gelişimini özetle üç dönemde incelemiştir. 10 yaş öncesi çocukların düşünce biçimi daha somuttur. Dolayısıyla bu yaştaki çocuklar, bir davranışı yapıp yapmamaya sonuçları üzerinden karar verebilirler ya da sonuçları üzerinden değerlendirebilirler. Örneğin şekeri gizlice alırken kimse görmüyorsa ceza veren de olmayacaktır. Trafikte kırmızı ışıkta geçildiğinde kimseye bir şey olmuyorsa bu sorun değildir. “Ama bir şey olmadı ki!” bu bakış açısındaki kişilerin verdiği tipik bir tepki olarak düşünülebilir. Bu yaştaki çocuklar olumsuz sonuçları bertaraf etmek de için de kurallara uyabilirler. Örneğin annenin kızmaması için ya da sevdikleri bir şeyden mahrum kalmamak için bir kurala uyabilirler. Tablet iznini kaybetmemek için ödevi zamanında bitirmek gibi. Daha sonraki gelişim aşamasında, kurallara onay almak için uyulması çok yaygındır. Öğretmenin beğenisini kazanmak, anne-babadan aferin almak önem kazanır. Bunun dışında insanların ona güvenmeleri, gruba sadakat, iyi bir insan olmak da kurallara uyma konusunda motive edici olabilir. Birçok yetişkinin ahlak anlayışı bu iki evrenin sınırları içindedir. En son aşamada ise, kişi evrensel doğrulara ya da kendi doğrularına göre hareket edebilir. Bu aşama oldukça tartışmalıdır. İnsan hakları, herkesin eşit haklara sahip olması gibi ilkeler ahlaki kararlar konusunda çok belirleyici olabilir. Ancak, bu ilkelerin nasıl uygulanacağı, önceliklerin ne olacağı kişiden kişiye çok değişebilir. Çocuklarla kuralları oluştururken ağırlıklı olarak ödül ve ceza kullanmak ya da gözegöz dişediş yöntemiyle hareket etmek çocuğun iç denetimini oluşturamamasına neden olur. Çocuk kendi iç sesini bulamamış, dış seslere bağlı kalmıştır.

 

Nerede duracağını bilmenin bir başka belirleyicisi ise çocuğun nesil farkı algısını sağlıklı bir şekilde oluşturmasıdır. Anne-baba-çocuk üçgeninde, çocuk, anne-babası kadar yeterli, bilgili ve otorite sahibi olmadığını kavramalıdır. Bu algı 4-5 yaş civarında yerleşir. Çocuk bu dönemde anne-babasına hayranlık duyduğu kadar onlarla rekabete de girebilir. Erkek çocuk annesinin prensi, babasının rakibi olmak isteyebilir. Kız çocuk da anneyle yarışır ve babanın prensesi olmak isteyebilir. Bu dönemde, çocuklar ve anne-baba arasındaki hiyerarşi sağlıklı bir şekilde oluşturulmazsa çocuk, her şeye hakkı ve yetisi olduğunu ve yetişkinlerle akran olduğunu düşünmeye başlayabilir.

 

Sonuç olarak nerede duracağını bilmek değerli bir kişilik özelliği ise, buraya hem anne-babanın hem de çocuğun nerede duracağını bilmesiyle ulaşılır. Anne-babanın aşırı müdahaleci veya uzak olmaması gerekir. Çocuğu gözlemleyen, onun desteğe ihtiyacı olduğu zamanları fark eden, kuralların anlamını çocuğa izah eden, çocuğun tepkiselliği karşısında yıkılmayan, çocuklarına doğru modeller olan anne-babalar nerede duracağını bilen çocuklar yetiştirebilirler. Bu yolda sınırlar, kurallar, ahlak kavramı, vazgeçebilmek, yetersizliklere tahammül edebilmek çok değerlidir.